30.1.10

Sınav

Herakleitos’a göre evren “logos”ta temellenir. Logos, Grekçede iki anlama gelir: dil/söz ve düşünce/akıl. Antik Yunandan beri Batı düşüncesi de “logos”un bu çift anlamlılığı üzerinde temellenmiştir. Batı düşüncesinin iki büyük akımından biri Logosu düşünce ve akıl olarak okur, ki bu geleneği şöyle resmedebiliriz: Sokrates-Platon-17. yüzyıl İngiliz empirizmi-rasyonalizm-Aydınlanma felsefesi-pozitivizm-mantıkçı pozitivizm; yani en genel anlamda Anglo-Sakson düşünce geleneği. Batı düşüncesinin diğer ana akımı ise logosu söz ve dil olarak okur, ki onu da şu şekilde şematize etmek yanlış olmaz: Sofistler-Aristoteles-Romalı retorikçiler-Hıristiyan teologlar-Alman romantikleri-hermenoytik felsefe; yani kısacası Kıta Avrupası düşünce geleneği. Olgu-değer tartışması gibi bütün başka tartışmalar da bu iki ana akımın arasında süregelen logosun okunmasındaki farklılığın rahminde şekillenir.

Platon’dan beri 17. yy.daki İngiliz empiristleri, rasyonalistler, pozitivistler, edebiyatta realistler ve naturalistler, resimde emprisyonistler, 20. yüzyılın şafağında mantıkçı pozitivistler, daha kuşatıcı bir değerlendirme ile analitik düşünce geleneğine mensup düşünürler zayıflığı olan belirsizlikten arındırmaya çalıştıkları logos’u akıl/düşünce/logic-mantık olarak okudular.

Sofistler, Aristoteles, Romalı retorikçiler, Ortaçağın Hıristiyan teologları, anti-pozitivistler, edebiyatta romantisistler, resimde sürrealist ve kübistler, 20. yüzyılın son çeyreğinde post-yapısalcılar ve post-modernistler, hermenoytik filozofları ve çok daha genel bir ifadeyle Kıta Avrupası geleneği düşünürleri ise, sosyalden, değerden, perspektiften, gelenekten, yani insandan, dilden ve kontekstten bağımsız bilgi ve olgunun olamayacağını savundular ve logos’u söz/dil olarak yorumladılar.

Logos’u söz olarak okuyanların duyu organı kulak, akıl olarak okuyanlarınki ise gözdür. Platon ve modernite okülersentrik, Sofistler ve Ortaçağ logosentriktir – her çağın ve düşünürün bir duyu organı vardır. Göz dışlayıcıdır, okülersentrizmin temel mantığı “ya...ya da” mantığıdır. Buna göre “ya olgular ya da değerler” arasında bir tercih yapılmalıdır. Platonda kökleri olan modern okülersentrik bilim anlayışı değerleri dışlayarak, yok sayarak tercihini olgulardan yana yapmış ve değerden bağımsız olguları görüş alanına sokmuştur. Oysa kulak ve dolayısıyla söz kuşatıcıdır, logosentrizmin temel mantığı “hem...hem de” mantığıdır. Buna göre “hem olgulardan hem de değerlerden” bahsedebiliriz. Aristotelese kadar temellendirebileceğimiz Kıta Avrupası felsefesi geleneğinde değerlerden, yani insandan, tarihten, gelenekten, dilden, kısacası kontekstten bağımsız olgular yoktur, hatta olgulara olgu olmaklıklarını armağan eden şey bizatihi konteksttir.

Kulağa güvenilemez, çünkü söz belirsizdir. Göze güvenilebilir, çünkü imajlar kesindir. Antik dönemden bugüne Batı düşüncesine kimliğini armağan eden şey “kesinlik” arayışıdır. Logosu logic olarak okumak, matematiğe, mantığa, ölçmeye, istatistiğe, teknolojiye, imajlara, akıla, yönteme ve olgulara önem vermektir. Bütün bunlar da objektiviteye ve kesinliğe atfedilen önemi gösterir. Olgulara önem atfetmek kesinliğe kıymet atfetmektir.

Hakikatin sözde mündemiç olduğu Ortaçağın sonunda Otuz yıl savaşlarının yarattığı kaotik ortam yeni bir kesinlik (aslında düzen/kozmos) arayışını doğurdu. Bu arayışın sonunda Aydınlanma seküler Tanrısını buldu: Bilim. Bu Kitabı Mukaddes’in konuşan Tanrısı değil modernitenin gören Tanrısıydı. Bu Tanrı, ölçülebileni gördü; matematize edilemeyeni görmedi. Galileo bu Tanrının yasalarını formüle etmenin yolunun ölçüye dökülebilen kavramlarla bilim yapmak ve ölçülemeyen renk, koku gibi kavramları bilimin dışına çıkarmak olduğunu gösterdi. Ona göre ölçülebilen, matematize edilebilen nitelikler birincil; ölçülemeyen, sayılara dökülemeyen nitelikler ikincildi. Birincil nitelikler neden, ikincil nitelikler sonuç; birincil nitelikler ikincil nitelikler üzerinde muktedirdi. Dolayısıyla aslolan birincil niteliklerdi. Gerçekliğin bilgisine ulaşmak bilimle mümkündü ve ölçülemeyen, irrasyonel nitelikler bilimin dışında tutulmalıydı.

Empiristler de rasyonalistler de Galileo’nun bu doktrinini temel aldılar. Her iki düşünce geleneği de bilginin özne-nesne ilişkisinden doğduğunu ileri sürdü. Her iki geleneğin öznesi de nesnenin ait olduğu dünyanın dışında bir yerde konumlanmış, Tanrısal bir görüşe sahiptir. Buradaki özne-nesne ilişkisi bir egemen-tabi ilişkisidir. Empiristler de rasyonalistler de bakışlarının objektif olduğu iddiasındadır; Objektif bilgiye, olguların değerden bağımsız gözlenmesi yoluyla ulaşılabileceğini düşünürler. Aralarındaki fark; hakikatin empiristlere göre doğaya, rasyonalistlere göreyse akla dayanmasındadır. Bu doğrultuda; empiristlere göre gerçekliğin bilgisine ulaşmak için olguları gözlemeli, bu gözlemlerden teoriler üretmeli, bu teorileri deneylerle doğrulayarak doğrulamalı ve nihayete evrensel genel yasalara ulaşmalıyız. Buna göre gözlem ve deney teoriyi önceler. Rasyonalizmin babası Descartes ise gerçekliğin bilgisine ulaşma yolunda duyularımıza değil aklıma güvenmemiz gerektiğini öğütler. Ona göre insan düşünen varlıktır. Rasyonalistlerin aklı empiristlerinki gibi pasif değil aktif bir konumdadır. Dış dünyadaki uyarıcılar insan zihninde işlenip bilgiye dönüşür. Bu nedenle empirizme pasifist, rasyonalizme aktivist epistemeloji denmiştir. 18. Yüzyılın sonunda Kant rasyonalizmle empirizmin sentezini yapmıştır ve bu bilimsel yöntem olarak kabul görmüştür. Kant insan algısından bağımsız olguların mevcut olduğunu ve öznenin bu “kendinde şeyin” bilgisine ulaşabileceğini ileri sürmüştür. Rasyonalizm de empirizm de bu birincil nitelikler-ikincil nitelikler ayırımına dayanır ve bu yüzden okülersentriktir.

17. yüzyılın fizik bilimlerindeki başarısı çok geçmeden her alanda model alındı. Fizik matematiksel kesinliğiyle bütün bilimlerin kraliçesiydi. Bütün bilimler kendilerini fiziğe göre yeniden dizayn ettiler. 19. yüzyılda pozitivizm bize kusursuz bir bilim ideali sunuyordu. Bu kusursuz bilim idealinin kusursuz bir dili olmalıydı. Bu kusursuz dil hiç kuşkusuz olgulara birebir tekabül eden matematiksel ve kesin bir dil olmalıydı: kusursuz bilimin olguları birebir resmeden kusursuz bilim dili.

Dilin belirsizliği, keyfi kullanımı, öznellik, önyargılar, gelenek, hurafe gibi bilimsel bilgiyi kirletecek ve objektiviteyi sakatlayacak her unsurdan kurtulmak ve rasyonalitenin ve kesinliğin gücünü tesis etmek ancak bu kusursuz bilim diliyle mümkündü. Çünkü artık modern bilimden beklenen olguların kesin bilgisidydi.

Bütün bilimleri fiziğe indirgeyerek bilimi üniterleştirmeye yönelik bu hareket “fizikalizm”dir. Buna göre, fiziğin dili ve yöntemi bütün bilimlerin dili ve yöntemidir. 20yyın başlarında mantıkçı pozitivistler bütün bilimler için ortak bir matematiksel mantık dili geliştirilebileceğini öne sürdüler. Onlara göre, dünya bir olgular totalitesidir; bilimsel bir önerme, olgu durumlarına birebir tekabül eden bir önermedir; anlamlı ve bilimsel önerme, oldu durumlarının mantıksal resmidir. Böylece olgu durumlarına tekabül eden mantıksal bir dil inşa etmek mümkündür. Hatta onlar arasındaki hakim görüş “bilimsel” olanın “olgusal” ve “kesin” olduğu ve “belirsiz” olanın da “bilimsel” ve “olgusal” olmadığıdır. Sübjektif olan değerler bilimin dışına atılmalıdır ki çıplak olguların kesin bilimi yapılabilsin.

Mantıkçı pozitivistler de olgu-değer tartışmasında benzer konumda olmakla beraber farklı olarak bir önermenin bilimselliğini ölçmek için o önermenin doğrulanabilirliği değil yanlışlanabilirliğinin önemli olduğunu söylediler. İronik olan şudur ki yanlışlanabilirlik teorisinin yanlışlanıp yanlışlanamayacağını asla söylemediler. Onlara göre; bilimsel bilgi, yüksek düzeyde yanlışlanabilir önermelerden doğar. Bir önermenin bilimsel olmasının ölçütü yanlışlanabilir ancak yanlışlanmamış olmasıdır. Ortak yönleri matematiğe, akla, yönteme, kesinliğe inançlarıdır. Gerçek bilgi, bilimsel bilgidir. Bilimsel bilgi ise bütün sübjektif unsurlardan arınmış, kesin bilgidir. Analitik gelenekte düşünmenin amacı açıklamak; açıklamanın amacı ise evrene, doğaya ve hatta topluma hükmetmektir.

Platon idelerin idesinin evreni sayılar harmonisi şeklinde yarattığını ve rasyonel olarak işleyen insan aklının rasyonel olarak işleyen evrenin bilgisine ulaşabileceğini söyledi. Bu anlamda Analitik gelenek cephesinde yeni bir şey yoktur: deney, gözlem ve akıl yoluyla bilimsel bilgiye ulaşılabileceği iddiası devam etmektedir. Analitik felsefenin kibirli öznesi, durduğu hiçbir yerden, hiçbir değer “bulaştırmadığı” nesneyi gözler, deney ve akıl vasıtasıyla gerçekliğin bilgisine ulaşır. Amaç açıklamak ve bu yolla evrene hükmetmektir.

Analitik felsefenin olguyu temel alıp değeri dışlama ve bilim yolu ile evrene tahakküm etme fikri Kıta Avrupası düşünce geleneğinde çok uzun zamandır eleştirilmektedir. Kıta Avrupası geleneğinin öznesi analitik düşüncenin öznesi gibi hiçbir yerde değil bir yerde durur. Özne de nesne de tarihin, zamanın, dünyanın içinde yer alır. Kendinde şey, insan algısından bağımsız, çıplak nesne yoktur. Bilgi öznelerarasıdır. Analitik felsefeden farklı olarak Kıta felsefesinin öznesinin hakkında düşündüğü gerçeklik sürekli değişmektedir. Düşünmenin amacı açıklamak değil anlamaktır. Anlamaksa yorumlamak yani farklı olanı anlamak ve yabancı olanı tanıdık kılmaktır. Olgular yorumlanamaz. Anlamak, anlamı anlamaktır. Anlam dildedir. Dil matematize edilemez, mantık kurallarına indirgenemez. Dil yorumlanır. Kavram gerçekliği önceler. Descartes’ın düşünen insanı yerini konuşan insana bırakmıştır. Özne de nesne de Heiddeger’in hayat dünyası dediği yerde, kontekstte yer alırlar. Hayat dünyasında her şey bir şey içindir. Amaçlar önemli, değerlidir. Burada olgular teorileri belirlemediği gibi teoriler de olguları belirlemez. Teoriler de olgular da hayat dünyası tarafından belirlenir. Değerlerden bağımsız olgu yoktur. Bir şeyi kendi tarihselliğimizle ve o şeyin tarihselliğiyle algılarız. Değerlerden , sübjektiflikten ârî bilgi bir ütopyadır. İnsan doğal değil sosyal bir varlıktır. İnsanın doğası yoktur tarihi vardır.

Analitik geleneğin tahkiyesine göre, nasıl logos pathosun/duygunun karşıtı ise olgu da değerin karşıtıdır. Olgu, öznenin durduğu yerden, gözlenebilir, somut, objektiftir. Yoruma açık ve belirsiz değildir. Kant’a göre insan algısından bağımsız, kendinde şeydir. Değerlerden, sübjektiviteden ve belirsizlikten arınmış bu olguların kesin bilgisi mümkündür.

Oysa Alman düşünce geleneği bize değerden bağımsız özneler olamayacağı gibi, değerden bağımsız olguların da olamayacağını göstermiştir. Özne de olgular da tarihin teknesi içinde yoğrulur, şekillenir ve sürekli değişir. Kendinde şeyler yoktur, tıpkı kendinde bilgi ve kendinde öz olmadığı gibi; kendinde şeyleri oluşturan ilişkiler vardır. İlişkiler tarihseldir. İlişkiler anlamdır. Anlam dildir. İlişkilerden, anlamdan, dilden, yani kontekstten bağımsız çıplak olgualr yoktur. Heideggerin dediği gibi, yalnızca anlama sahip insan bir şeyi bir şey “olarak” kavrar. Bir şeyi bir şey “olarak” kavramak, şeylerin tarihselliğine, yani bizden önce dilde adlandırıldıklarına ve tecrübe edildiklerine işaret eder.

Her şey kontekstinde anlamlıdır. Kontekst sosyal, kültürel ve insani olandır. Kontekst gelenek ve tarihtir. Kontekst dil ve anlamdır. Kontekst praksisdir. Olgular teorileri ya da teoriler olguları belirlemez; olguları da teorileri de bilim adamını da bilimi de hayat dünyası, praksis yani kontekst belirler. Değerlerden bağımsız olgular görüşü bir bilim idealini yansıtır, ideal olduğu anlamda kontekstten ve praksisten kopuk, boşlukta duran bir yaklaşımdır bu. Oysa fiiliyatta bilim kontekstinde bilimdir.

Kendinde olgular değil, kontekstinde olgular vardır.

Hiç yorum yok: